Tuesday, October 27, 2009

Soner Çağaptay'in bazi videolari

Soner Cagaptay'in da icinde bulundugu bir cok video buldum Youtube'da. En ilgi cekici olanlari sizinle paylasmak istiyorum...


http://www.youtube.com/watch?v=Tu6xG64rcqw

http://www.youtube.com/watch?v=Ho71j1ccaAQ

Is Turkey Leaving the West?

http://www.foreignaffairs.com/articles/65634/soner-cagaptay/is-turkey-leaving-the-west

Soner Çağaptay

Summary -- Under the leadership of the Justice and Development Party (AKP), Turkey's foreign policy is becoming more Islamic. Can the country's history of cooperation with the West survive?

SONER CAGAPTAY is a Senior Fellow and Director of the Turkish Research Program at the Washington Institute for Near East Policy. He is the author of Islam, Secularism, and Nationalism in Modern Turkey: Who Is a Turk?

previous-disabledPage 1of 2next.Essay Turkey's Transformers
Morton Abramowitz and Henri J. Barkey
Turkey hopes to be a global power, but it has not yet become even the regional player that the ruling AKP declares it to be. Can the AKP do better, or will it be held back by its Islamist past and the conservative inclinations of its core constituents?
Read
Would you like to leave a comment?

1CommentsJoinIn early October, Turkey disinvited Israel from Anatolian Eagle, an annual Turkish air force exercise that it had held with Israel, NATO, and the United States since the mid-1990s. It marked the first time Turkey's governing Justice and Development Party (AKP) let its increasingly anti-Western rhetoric spill into its foreign policy strategy, and the move may suggest that Turkey's continued cooperation with the West is far from guaranteed.

Recep Tayyip Erdogan, Turkey's prime minister and the leader of the AKP, justified the decision by calling Israel a "persecutor." But only a day after it dismissed Israel, Turkey invited Syria -- a known abuser of human rights -- to joint military exercises and announced the creation of a Strategic Cooperation Council with the Syrian regime. A mountain is moving in Turkish foreign policy, and the foundation of Turkey's 60-year-old military and political cooperation with the West may be eroding.

Starting in 1946, when Turkey chose to ally itself with the West in the Cold War -- later sending troops to Korea and joining NATO -- successive Turkish governments have pursued close cooperation with the United States and Europe. Turkey viewed the Middle East and global politics through the lens of their own national security interests. This made cooperation possible, even with Israel, a state Turkey viewed as a democratic ally in a volatile region. The two countries shared similar security concerns, such as Syria's support for terror groups abroad -- radical Palestinian organizations in the case of Israel, and the Kurdistan Workers' Party (PKK) in Turkey. In 1998, when Ankara confronted Damascus over its support for the PKK, Turkish newspapers wrote headlines championing the Turkish-Israeli alliance: "We will say 'shalom' to the Israelis on the Golan Heights," one read.

The AKP, however, viewed Turkey's interests through a different lens -- one colored by a politicized take on religion, namely Islamism. Senior AKP officials called the 2004 U.S. offensive in Fallujah, Iraq, a "genocide," and in February 2009, Erdogan compared Gaza to a "concentration camp."

The foundation of Turkey's 60-year-old military and political cooperation with the West may be eroding. But the AKP's foreign policy has not promoted sympathy toward all Muslim states. Rather, the party has promoted solidarity with Islamist, anti-Western regimes (Qatar and Sudan, for example) while dismissing secular, pro-Western Muslim governments (Egypt, Jordan, and Tunisia). This two-pronged strategy is especially apparent in the Palestinian territories: at the same time that the AKP government has called on Western countries to "recognize Hamas as the legitimate government of the Palestinian people," AKP officials have labeled Palestinian Authority President Mahmoud Abbas the "head of an illegitimate government." According to diplomats, Abbas' last visit to Ankara in July 2009 went terribly -- now, these diplomatic sources say, Abbas does not trust the AKP any more than he trusts Hamas.

As the cancelled military exercises with Israel show, the AKP's moralistic foreign policy is not without inherent hypocrisies. An earlier example came last January, when, a day after Erdogan harangued Israeli President Shimon Peres, as well as Jews and Israelis, at the World Economic Forum for knowing "well how to kill people," Turkey hosted the Sudanese Vice President Ali Osman Taha in Ankara. This is a dangerous position because it suggests -- especially to the generation coming of age under the AKP -- that Islamist regimes alone have the right to attack their own people or even other states. In September, Erdogan defended Iran's nuclear program, arguing that the problem in the Middle East is Israel's nuclear arsenal.

Some analysts have dismissed such rhetoric as domestic politicking or simply an instance of Erdogan losing his temper. But Erdogan is an astute politician, and he is now reacting to changes in Turkish society. After seven years of the AKP's Islamist rhetoric, public opinion has shifted to embrace the idea of a politically united "Muslim world." According to independent polling in Turkey, the number of people identifying themselves as Muslim increased by ten percent between 2002 and 2007; in addition, almost half of those surveyed describe themselves as Islamist.

The AKP's foreign policy now has a welcome audience at home, making it more likely to become entrenched. After Erdogan stormed out of his session at the World Economic Forum, thousands gathered to greet his plane as it arrived back home in what appeared to be an orchestrated welcome. (Banners with Turkish and Hamas flags stitched together appeared from nowhere in a matter of hours.)

The transformation of Turkish identity under the AKP has potentially massive ramifications. Guided by an Islamist worldview, it will become more and more impossible for Turkey to support Western foreign policy, even when doing so is in its national interest. Turkish-Israeli ties -- long a model for how a Muslim country can pursue a rational, cooperative relationship with the Jewish state -- will continue to unravel. Such a development will be greeted only with approval by the Turkish public, further bolstering the AKP's popularity. Thus, the party will be able to kill two birds with one stone: distancing the country from its former ally and shoring up its own power base.

Wednesday, October 21, 2009

Daha büyük bir dilim değil, daha büyük bir pasta

Türkiye, Kürt sorununu nasıl çözebilir? Kısa süre önce Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin başlattığı "demokratik açılım süreci" sorunun çözümü yönünde atılacak adımlardan biri olarak Kürtlere, etnik grup kökenine dayalı kolektif haklar tanımayı öngörüyor.

Bu yaklaşım, etnik temelden ziyade, ortak tarihe dayalı bir Türk kimliği olarak tanımlanan Türklüğe ilişkin temel kavrayışlar açısından bir sorun oluşturuyor. Söz konusu yaklaşım aynı zamanda Kürtler ile ülkenin geri kalan nüfusu arasında siyasi mesafenin açılması riskini de barındırıyor. Türkiye'nin Kürt sorununun çözümünde doğru yaklaşım, Kürtlere tanınacak olan kolektif haklar yerine, etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların bireysel haklarının genişletilmesidir.

Türkiye; -dışarıda pek bilinmese de- Kürtler, Boşnaklar, Arnavutlar, Çerkezler, Gürcüler, Yunanca konuşan Müslümanlar ve etnik Türkler de dahil, çeşitli Müslüman etnik grupların karışımından oluşmaktadır.

Ortak bir tarih

Türkiye, etnik bir bileşimden ziyade, ortak bir tarihe dayanmaktadır. Ülke, Osmanlı geçmişinin bir ürünüdür. Osmanlı İmparatorluğu, 500 yıl boyunca Müslüman nüfusa sabit kolektif siyasi bir kimlik tanıyarak, tüm gayrimüslim nüfusu Müslüman milletinin, aynı siyasi bileşenin bir parçası olarak gördü. Söz konusu bu eski Müslüman milletin üyeleri kendilerini 20'nci yüzyılın Türkiyesi'nde, etnik kökenlerine bakmaksızın, Türk olarak görmeye başladı.

Bu tarihsel Türkiyelilik olgusu, Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) Kürt milliyetçiliği adına şiddete dayalı meydan okuyuşuna rağmen değişmedi: Çok sayıda Kürt, Türkler ve diğer tüm Müslüman gruplarla evlenmeyi ve etnik olarak semtler ve şehirlerde ortak yaşamayı sürdürüyor. İstanbul'da kurulu bir düşünce kuruluşu olan SETA ve bir kamuoyu araştırma şirketi olan Pollmark tarafından 2009 yılında gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırması, Kürtler ve Kürt olmayanlar arasındaki toplumsal yakın ilişkiyi belgeleyen çok sayıda kanıt sunuyor. Örneğin araştırmada Kürtlerin yüzde 67'si, Kürt olmayan yakın akrabalara sahip olduğunu belirtiyor.

Kürtlere grup hakları tanınması, bu türden toplumsal yakınlığı olduğu kadar, halk arasında kabul gören Türklüğün tarifine ilişkin görüşlerle de çelişecektir. Kürtlere kolektif grup hakları tanındığı takdirde, bu durum, diğer Müslüman etnik gruplar karşısında Kürtlerin tek başlarına ayrıcalıklı grup haklarına sahip olmasına yol açacak. Kürtler için ayrıcalıklı haklar algılaması, Türkiyelilik olgusunun temellerini çürütecek şekilde, diğer büyük etnik Müslüman grupların öfkelenmesine yol açabilir. Aslında kamuoyunda Kürtlere tanınacak ayrıcalıklı, kolektif haklara ilişkin öfke şimdiden yükseliyor.

Türkiye, Kürtlere kolektif haklar tanımaktan ziyade, meseleye Kürt olsun olmasın tüm vatandaşları açısından bireysel, kültürel ve siyasi hakların genişletilmesi perspektifiyle yaklaşmalı.

Reform süreci sadece Kürtleri değil, Türkiye'deki tüm vatandaşları hedeflemeli. Örneğin yayın haklarını ele alalım. Hükümetin Kürtlere tanıyacağı kolektif hakların özel TV kanallarında (kamu televizyon kanalları halihazırda Kürtçe yayın yapıyor) Kürtçe yayınlarını da kapsayacağı belirtiliyor. Böyle bir adım, sadece tek bir etnik gruba yönelik ayrıcalıklı haklar tanınması olarak algılanacaktır. Oysa hükümet bunun aksine, özel bir dil belirtilmeden tüm vatandaşların istedikleri dilde yayın yapmasına izin veren yeni bir yasayı gündemine almalı. Bu yaklaşım, AKP'nin yurttaşlık haklarına yönelik olarak gündemindeki her türlü reformun içeriğini de belirlemeli: Tüm yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini genişletirken, aynı zamanda tüm vatandaşların eşit haklarını güvence altına almak.

Tüm ülke hoşnut olmalı

Türkiye Kürt sorununu çözebilmek için sadece Kürtleri mutlu etmekle kalmayıp, tüm ülkeyi reformlar konusunda hoşnut tutmalı. Bunu yapmanın en etkili yolu, Ankara'nın Kürt meselesine ilişkin reformlar konusundaki yaklaşımını kolektif olmaktan çıkarmak olacaktır. Kürt meselesini kolektif ölçütler içinde ele almak, gerçekte kaygan bir zeminde yol alınması anlamına geliyor.

AKP açısından Kürt meselesini ele alışta doğru yol, ortak tarihe dayalı Türk kimliğini koruyarak, etnik ve dini kökenlere bakılmaksızın, tüm Türk vatandaşlarının haklarının genişletilmesidir. Böyle bir yaklaşım, Türkiye'nin daha liberal bir ülke olmasına da katkı sağlayacaktır. Bu, içinde herkesin kabul gördüğü ve eşit olduğu Avrupalı bir Türkiye düşünün gerçekleşmesini sağlayacaktır.



http://tr.wikipedia.org/wiki/Soner_%C3%87a%C4%9Faptay



http://konusalim.wordpress.com/

Laikler Atatürk'ün mirasını nasıl terk ediyor?

18 ve 19'uncu yüzyıllarda, Avrupalı güçlere karşı bir dizi askeri yenilgi yaşayan Osmanlı İmparatorluğu ancak kendisi de Batılı ve Avrupalı bir toplum olduğu takdirde rakipleri ile baş edebileceğini fark etti. Böylece yoğun bir reform ve Batılılaşma programı başlatıldı. 1863'te Sultan Abdülaziz, imparatorluğun Batılı ve laik müfredatta Türkçe eğitim veren ilk lisesini, Darüşşafaka'yı kurdu. 20'nci yüzyılın başlarında Atatürk, sultanın hayallerinin izinden gitti ve Türkiye'yi kaya gibi laik bir devlet yaptı. Darüşşafaka (ben de bu okuldan mezun oldum) gibi Batılı laik kurumlar büyüyüp güçlendiler.

Ama artık öyle görünmüyor, geçen ay Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Darüşşafaka'nın 130 yıllık sembolik eski binasında bir imam hatip lisesi kurmaya karar verdi. Darüşşafaka Lisesi, İstanbul'un Çarşamba semtindeki bu binayı 1994'te Maslak'taki yeni kampusuna geçmek için boşaltmıştı. Din eğitimi için okul açılması son derece normal; ama bunun için Darüşşafaka'nın sembolik kampusunun seçilmesi, Atatürk'ün ve Abdülaziz'in vizyonlarının sembolik bir sona yaklaştığını gösteriyor.

2002'de iktidara geldiğinden beri ve özellikle 2007 seçimlerinde ikinci defa ilk parti olarak seçildikten sonra AKP, Türkiye'yi ideolojik olarak dönüştürmeye başladı. Hükümette görev ataması ya da terfi bekleyenler ya da hükümetle kârlı iş anlaşmaları imzalamak isteyenler için kamusal alanda dindar görünmek gereklilik haline geldi. Ankara'daki bürokratlar şimdilerde terfilerden faydalanamama korkusuyla cuma namazlarında görünmeyi zorunlu hissediyor.

Laik elitlerin hatası

AKP, ülkenin yürütme ve yasama güçlerini sıkı bir şekilde kontrol ediyor ve kendisine müzahir yargıçları, üniversite rektörlerini ve ileri gelen sivil toplum kuruluşu liderlerini atayarak iktidar alanını genişletiyor. Parti, yasal boşlukları kullanarak AKP yanlısı iş çevrelerinin elindeki Türkiye medyasının toplamdaki payını yüzde 20'den yüzde 50'ye kadar yükseltti.

Giderek marjinalleşen laik elitin düşüşünden büyük ölçüde yine aynı elit kesim sorumlu. 1946'dan sonra, Türkiye çok partili demokrasiye geçtiğinden beri ülke, bir tür siyasi otomatik pilot aracılığıyla yönetildi. Türkiye'nin laik kuruluşları ve aktörleri zamanla apati içine girip yoruldu ve toplumsal desteği devam ettirmek için gerekenleri yapmayı bıraktı.

Komünizmin çöküşünün ardından, Türkiye'nin çalışan ve alt-orta sınıfları solu terk etti. Laik siyasi aktörler bunları bir araya toparlamak yerine, kitlelerin kendilerine gelmesini bekledi. AKP ise aksine bu gruplara erişmek ve onları örgütlemek için çalıştı. Parti, 1900'lerin başında Amerika'da Demokrat Parti'nin politik aracı olarak New York'ta kurulan ve çok uzun yıllar etkili olan Tammany Hall tarzında bir ağ kurarak, bir yandan iş ve yardım dağıtıp, bir yandan kendi siyasi İslami değerleri vaaz ve empoze etti. Sonuçta AKP, 2002'de ve 2007'de tarihi iki zafer kazandı.

Temelin inkârı

Atatürkçüler temel kuruluşları da ihmal ettiler. Örnek olarak Darüşşafaka'yı alalım. Okul 1994'te yeni kampusa taşındıktan sonra laik elit, okulun İstanbul'un tarihi yarımadasındaki boğaz manzaralı 19'uncu yüzyıl mimari özelliklerine sahip güzelim eski binasını 15 yıl boyunca boşta bıraktı. Tek bir laik şirket, sivil toplum örgütü ya da üniversite, Darüşşafaka'nın sembolik eski kampusuyla ilgilenmedi.

Ya da medyayı düşünün. Laik ve liberal Türkler mesajlarını iletmek için eski kuşak medya aracı olan gazeteyi kullanmaya devam ederken, İslamcılar yeni medyayı ele geçirdiler. Şu anda haberlere Batı karşıtı ve AKP yanlısı doku kazandıran sayısız web-sitesini kullanarak internette hâkimiyet üstünlüğü sağladılar. Bu durum sıradan Türklerin siyasi tavırlarının belirlenmesinde etkili oluyor. 2008'de küresel ekonomi çöktüğünde, misal, bu siteler krizin sorumluluğunu Lehman Brothers'ın İsrail'e aktardığı 40 milyar dolarlık havaleye yüklediler. İslamcı web-siteleri, liberal ve laik muhalefet figürlerini, AKP hükümetine karşı bir darbe planını destekleyen "teröristler" olarak etiketleyerek, Ergenekon davası etrafındaki tartışmanın şekillenmesinde de temel bir rol oynamaktalar.

Türkiye'nin laik kurum ve aktörleri politikayı 9-5 mesaisi olan bir iş gibi görüyorlar ve aynı zamanda pozitif bir vizyondan da yoksunlar. Bu arada AKP 7/24 çalışıyor. Aynı zamanda Atatürk'ün reformlarının altını oymak için yollar ararlarken, kimse İslamcıları ve AKP'yi vizyon sahibi olmamakla suçlayamaz.

Bu laik Türklerin oyundan vazgeçmeleri gerektiği anlamına gelmiyor. Bunun yerine rakiplerinden öğrenmeleri gerekiyor. Bunun anlamı siyasi aktivizm ve seçmen mobilizasyonu gibi siyaset araçlarını kullanmayı öğrenip, yeniden politika yapmaya başlamak.

Laik Türkler ayrıca ülkenin geleceği için pozitif bir vizyon ortaya koymak zorundalar. Geçmiş yıllarda, sultanlar ve ardından Atatürk, Avrupa'yı model olarak aldılar. Laik Türklerin, 21'inci yüzyılın Avrupalı Türkiyesi'ni tanımlayıp kendilerine ve ülkeye bunu hedef olarak belirlemesi ve de liberal politikalarda AKP'yi geçmeleri bu vizyonun oluşması için gerekli. Yoksa kim İslamcıları suçlayabilir ki?

http://www.cagaptay.com/6421/laikler-ataturkun-mirasini-nasil-terk-ediyor
http://banayaz.wordpress.com
http://konusalim.wordpress.com

Halifemi geri istiyorum

OSMANLI tahtının veliahtı ve hilafetin vârisi Ertuğrul Osman'ın ölümüne Türkiye'de bazı kişilerin verdiği tepki daha da şaşırtıcı olamazdı. Taliban urbaları ve uzun sakalları ile radikal dinciler İstanbul'da bir araya gelip; Müslümanlığın, şaraptan hoşlanan, klasik müzik dinleyen ve yakın zamana kadar New York şehrinde yaşayan liderini son yolculuğuna uğurladılar. Osmanlı sultanları ve Ertuğrul Osman -bugün hayatta olsaydı, Sultan Beşinci Osman olacaktıhiç şüphesiz, saltanatın vârisinin cenazesini kendi çıkarları dogrultusunda kullanan radikal İslamcıları cezalandırırdı. İslamcıların aksini iddia etmelerine rağmen, Osmanlı halifeleri Batı karşıtı değildi. Osmanlı İmparatorluğu Batılı devletler ile sürekli bir ilişki içerisindeydi. Bu ilişkinin kökleri öyle derindi ki, Kanûni Sultan Süleyman 16. yüzyılda kendisini Kutsal Roma İmparatoru olarak hayal etmişti. 18. ve19. yüzyıllarda Osmanlı sultanları ve halifeleri, Osmanlı İmparatorluğu'nu Batı modelinde bir devlet olarak yeniden yaratmak için yoğun bir reform sürecine girdiler.

Bu amaçla halifeler laik eğitim kurumları ihdâs edip, kadınlara toplumsal haklar verip, onları bu okullara yazdırmışlardı. 19. yüzyıla baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu'nun sultanlarının ve halifelerinin, Batılı yaşamı ve değerleri benimsediğini görürüz. Tüm bu nedenlerden dolayı, Osmanlı Imparatorluğu'nu Atatürk'ün 1923 yılında kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti'ne bir antitez olarak görmek yanlıştır. Atatürk saltanat ve halifeliğine son vererek laik Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduğunda halifeliğin mirasını yok etmemiştir. Aksine, halifelerin Türkiye'yi gerçek bir Batılı topluma dönüştürme hayalini yerine getirmiştir. Atatürk'ün reformları, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerde izlediği politikanın bir devamı niteliğini taşır. Osmanlı halifeliğinin anlamı ve mirası hakkında geçen tartışmaların Türkiye için olduğu kadar; günümüzdeki Müslümanlar ve Batı için de büyük bir önemi var. Batı karşıtlığı temelinde kurulan El- Kaide ortaya çıkmadan yıllar önce, Osmanlı halifeleri, cihad yanlısı radikal dinci kesimlere karşı, Batı örneğinde gelişerek ilerleyen Müslüman bir toplum modelini çözüm olarak önermişlerdi. Halifeler, 1876 yılında ilk Osmanlı parlamentosunu kurup bir Anayasa hazırlayarak bu modern toplumun gelişimine zemin hazırlamışlardır. Aynı zamanda Batı'nın değer ve düşüncelerini, laik eğitim ve kadınlara eşit haklar gibi atılımlarla topluma kazandırdılar. Günümüzün modern Türkiye'si varlığını, Atatürk kadar, Müslüman bir topluma Batı değerlerini ilk kazandıran halifelere de borçludur.

Şimdi ise İslamcılar halifeliğin bu anlamını yok edip, kendi amaçları doğrultusunda kurumu yeniden hayal etmek istiyorlar. Radikal dinciler öncelikle halifeliğin taşıdığı politik anlamı çarpıtıp, halifeliği Batı karşıtı bir kurum olarak lanse ediyor; sonra da hilafete verdikleri bu yeni anlam doğrultusunda halifeliğin yeniden tesisini Batı karşıtı ideolojileri için bir nihai hedef olarak belirliyorlar. Atatürk'ün istediği, liberal değerler üzerine kurulu Batılı Türkiye'yi bir sapma olarak nitelendiren El-Kaide ve benzeri aktörlerin Türkiye için öngördükleri radikal ve ütopik toplum modeline karşı; Osmanlı sultanları, ta 100 yıl önce modern, Batılı bir toplum hayal etmişlerdi. Ertuğrul Osman, ölümünden kısa bir süre önce Aslı Aydıntaşbaş ile yaptığı röportajda "Cumhuriyet'in ilanı, ailemiz açısından her ne kadar yıkıcı olsa da, Türkiye için çok iyi olmuştur" diyerek modern Türkiye'nın Osmanlı halifeliğinin politikaları ile çatışma içinde olmadığı görüşünü vurgulamıştı. Halife Osman doğumu itibarıyla Türk, dini itibarıyla Müslüman ve yetiştirilme tarzı itibarıyla bir Batılı idi. İslamcıların hayal ettiği gibi çarpıtılmış gerçekler üzerine kurulu, liberal olmayan bir dünya istemeyen her Müslüman gibi ben de halifemi geri istiyorum.

http://www.cagaptay.com/6460/halifemi-geri-istiyorum

Daha büyük bir dilim değil, daha büyük bir pasta

Türkiye, Kürt sorununu nasıl çözebilir? Kısa süre önce Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin başlattığı "demokratik açılım süreci" sorunun çözümü yönünde atılacak adımlardan biri olarak Kürtlere, etnik grup kökenine dayalı kolektif haklar tanımayı öngörüyor.

Bu yaklaşım, etnik temelden ziyade, ortak tarihe dayalı bir Türk kimliği olarak tanımlanan Türklüğe ilişkin temel kavrayışlar açısından bir sorun oluşturuyor. Söz konusu yaklaşım aynı zamanda Kürtler ile ülkenin geri kalan nüfusu arasında siyasi mesafenin açılması riskini de barındırıyor. Türkiye'nin Kürt sorununun çözümünde doğru yaklaşım, Kürtlere tanınacak olan kolektif haklar yerine, etnik kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların bireysel haklarının genişletilmesidir.

Türkiye; -dışarıda pek bilinmese de- Kürtler, Boşnaklar, Arnavutlar, Çerkezler, Gürcüler, Yunanca konuşan Müslümanlar ve etnik Türkler de dahil, çeşitli Müslüman etnik grupların karışımından oluşmaktadır.

Ortak bir tarih

Türkiye, etnik bir bileşimden ziyade, ortak bir tarihe dayanmaktadır. Ülke, Osmanlı geçmişinin bir ürünüdür. Osmanlı İmparatorluğu, 500 yıl boyunca Müslüman nüfusa sabit kolektif siyasi bir kimlik tanıyarak, tüm gayrimüslim nüfusu Müslüman milletinin, aynı siyasi bileşenin bir parçası olarak gördü. Söz konusu bu eski Müslüman milletin üyeleri kendilerini 20'nci yüzyılın Türkiyesi'nde, etnik kökenlerine bakmaksızın, Türk olarak görmeye başladı.

Bu tarihsel Türkiyelilik olgusu, Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) Kürt milliyetçiliği adına şiddete dayalı meydan okuyuşuna rağmen değişmedi: Çok sayıda Kürt, Türkler ve diğer tüm Müslüman gruplarla evlenmeyi ve etnik olarak semtler ve şehirlerde ortak yaşamayı sürdürüyor. İstanbul'da kurulu bir düşünce kuruluşu olan SETA ve bir kamuoyu araştırma şirketi olan Pollmark tarafından 2009 yılında gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırması, Kürtler ve Kürt olmayanlar arasındaki toplumsal yakın ilişkiyi belgeleyen çok sayıda kanıt sunuyor. Örneğin araştırmada Kürtlerin yüzde 67'si, Kürt olmayan yakın akrabalara sahip olduğunu belirtiyor.

Kürtlere grup hakları tanınması, bu türden toplumsal yakınlığı olduğu kadar, halk arasında kabul gören Türklüğün tarifine ilişkin görüşlerle de çelişecektir. Kürtlere kolektif grup hakları tanındığı takdirde, bu durum, diğer Müslüman etnik gruplar karşısında Kürtlerin tek başlarına ayrıcalıklı grup haklarına sahip olmasına yol açacak. Kürtler için ayrıcalıklı haklar algılaması, Türkiyelilik olgusunun temellerini çürütecek şekilde, diğer büyük etnik Müslüman grupların öfkelenmesine yol açabilir. Aslında kamuoyunda Kürtlere tanınacak ayrıcalıklı, kolektif haklara ilişkin öfke şimdiden yükseliyor.

Türkiye, Kürtlere kolektif haklar tanımaktan ziyade, meseleye Kürt olsun olmasın tüm vatandaşları açısından bireysel, kültürel ve siyasi hakların genişletilmesi perspektifiyle yaklaşmalı.

Reform süreci sadece Kürtleri değil, Türkiye'deki tüm vatandaşları hedeflemeli. Örneğin yayın haklarını ele alalım. Hükümetin Kürtlere tanıyacağı kolektif hakların özel TV kanallarında (kamu televizyon kanalları halihazırda Kürtçe yayın yapıyor) Kürtçe yayınlarını da kapsayacağı belirtiliyor. Böyle bir adım, sadece tek bir etnik gruba yönelik ayrıcalıklı haklar tanınması olarak algılanacaktır. Oysa hükümet bunun aksine, özel bir dil belirtilmeden tüm vatandaşların istedikleri dilde yayın yapmasına izin veren yeni bir yasayı gündemine almalı. Bu yaklaşım, AKP'nin yurttaşlık haklarına yönelik olarak gündemindeki her türlü reformun içeriğini de belirlemeli: Tüm yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini genişletirken, aynı zamanda tüm vatandaşların eşit haklarını güvence altına almak.

Tüm ülke hoşnut olmalı

Türkiye Kürt sorununu çözebilmek için sadece Kürtleri mutlu etmekle kalmayıp, tüm ülkeyi reformlar konusunda hoşnut tutmalı. Bunu yapmanın en etkili yolu, Ankara'nın Kürt meselesine ilişkin reformlar konusundaki yaklaşımını kolektif olmaktan çıkarmak olacaktır. Kürt meselesini kolektif ölçütler içinde ele almak, gerçekte kaygan bir zeminde yol alınması anlamına geliyor.

AKP açısından Kürt meselesini ele alışta doğru yol, ortak tarihe dayalı Türk kimliğini koruyarak, etnik ve dini kökenlere bakılmaksızın, tüm Türk vatandaşlarının haklarının genişletilmesidir. Böyle bir yaklaşım, Türkiye'nin daha liberal bir ülke olmasına da katkı sağlayacaktır. Bu, içinde herkesin kabul gördüğü ve eşit olduğu Avrupalı bir Türkiye düşünün gerçekleşmesini sağlayacaktır.

http://www.cagaptay.com/6387/daha-buyuk-bir-dilim-degil-daha-buyuk-bir-pasta

Amerikalılar, Türkler ve Kürtler, Kuzey Irak'ta geçinebilir mi?

Türkiye'nin Irak harekatına tam destek vermekteki başarısızlığı nedeniyle Ankara ile Washington arasında oluşan olumsuz ilişki geçenlerde çok korkulan bataklığa saplandı. 4 Temmuz'da Amerikan birlikleri Kuzey Irak'taki Süleymaniye'de 11 Türk özel operasyon subayını, muhtemelen Irak Kütlerinin, bunların Kerkük'teki Kürt yetkililere zarar vermeyi planladıklarına dair istihbaratına dayanarak gözaltına aldı. Çok şükür ki olay sırasında hiçbir silah ateşlenmedi ve hiç kimse yaralanmadı. Bununla birlikte, ABD'nin, 2002 yılı sonuna kadar en sadık dostu olan NATO müttefiki Türkiye'nin askerlerini göz altına aldığı gerçeği hâlâ olduğu gibi duruyor. Üstelik Türklerin, Amerika'nın Irak'taki en iyi dostları olan Kürtlere karşı komplo kurdukları iddia ediliyordu. Bu nahoş olayı nasıl yorumlamak gerekiyor? Gelecekte benzeri olayların olmasını önlemek için ne yapılabilir? Hepsinden önemlisi, ABD ile Türkiye Kuzey Irak'ta devam edebilir mi?

Arka plan

4 Temmuz olayı ilk kez bildirildiğinde, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher'in 7 Temmuz'da yaptığı ve Türk birliklerinin Kuzey Irak'ta bir kısım 'uygunsuz faaliyetlerde' bulunduğu yorumu hariç Washington üst düzey açıklamalardan kaçındı. Bunun tersine Ankara güçlü tepki gösterdi. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı arayan Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türk askerlerinin uygunsuz hareketlerde bulunduğu yolundaki iddiaları reddederek gözaltındaki askerlerin serbest bırakılmasını istedi. Türk ordusu daha da ileri giderek Amerika'dan duyduğu rahatsızlığı ifade etti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, olayın 'iki NATO müttefiki arasında bugüne kadar yaşanan en büyük krize yol açtığını' söyledi ve Türk askerlerinin serbest bırakılmasını istedi.

Şükür ki kriz 7 Temmuz'da hızlıca sona erdi. Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan arasındaki konuşmanın ardından gözaltındakiler serbest bırakıldı. Buna rağmen olay, Türk–Amerikan ilişkilerinin geleceğine ilişkin taşıdığı anlamlar açısından incelenmesi gerekmektedir. Özellikle şu sorulara cevap bulunması gerekmektedir: Olay, bağımsız hareket eden Türk birliklerine karşı ABD birlikleri tarafından kendiliğinde yerel düzeyde başladı ve Washington olaydan daha sonra mı haberdar oldu? Veya Ankara ile Washington bu olaylar zincirine başından beri mi dahil olmuştu?

Halen çalışmakta olan ortak soruşturma komisyonu ilk bulguları açıklamadan önce Washington ile Ankara'nın bu olaya ne kadar dahil olduklarını tespit etmek zor. Olayın yerel orijinli olduğunu, yani bazı Türk askerlerinin Ankara'nın bilgisi dışında Kürt karşıtı faaliyetlere giriştikleri ve ABD askerlerinin Washington'ın onayı olmaksızın onları tutukladıklarını farz etsek bile bu, iki tarafın orta düzey subaylarının birbirlerine karşı hissettikleri ham hoşnutsuzluğa dikkat çekmesi bakımından hâlâ rahatsız edici bir gelişme. Yani, Irak krizi ABD ve Türk askerlerinin karşılıklı algılamalarını temelde yeni bir şekle soktu: Birbirlerini bir müttefikten ziyade düşman olarak görüyorlar.

Açıkça, büyük ölçüde Washington ve Ankara'nın birbirlerinin savaş sonrası Irak konusundaki ajandalarını algılama biçimi nedeniyle mevcut ABD–Türkiye ilişkilerinin hali kusursuz olmaktan çok uzak. Ankara'daki çoğu kişi Washington'ın en sonunda Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti oluşturacağına inanırken, Washington'daki çoğu kişi de Ankara'nın bölgede meseleleri karıştırmaya çalıştığına ikna olmuş durumda. Bu, çok önemli bir soruna işaret etmektedir: ABD ile Türkiye Kuzey Irak'ta anlaşmazlığa düştükleri sürece 4 Temmuz benzeri olaylar sayesinde ilişkilerin daha da bozulması için iyi bir şans bulunuyor. İlişkilerin böylesi bozulmasını önlemek için ne yapılabilir?

Açıkça, Kuzey Irak konusunda Washington ile Ankara arasında yeniden güven oluşturmak kolay olmayacaktır. Ancak, eğer iki taraf ve Irak Kürtleri takip eden siyasi tavsiyeleri düşünmek için bir sakinleşme dönemine girme konusunda anlaşırsa, bu onlara yardımcı olacaktır.

Türkiye için tavsiyeler

*Kuzey Irak'taki Kürt terörizmini sona erdirmek için Washington ile çalışın. Türkiye, PKK terörüne karşı çetin bir savaşı başarıyla kazanma gerçeğinin rahatlığından faydalanmalı. Bu grup, kısmen Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak'ta oluşan güç boşluğunda göreceli özgür hareket etme kapasitesinden dolayı 1990'larda Türkiye'nin güneydoğusunda tahribata yol açabiliyordu. Şimdi Türkler, Kuzey Irak'taki ilerlemiş güvenlik durumunun avantajından faydalanabilir ve adını son dönemde KADEK olarak değiştiren PKK'nın etkisizleştirilmesinde ABD ile birlikte çalışabilir.

*Irak Kürtlerini Türkmenler gibi Türk ailesinin bir parçası olarak görmeye başlayın. Ankara, Irak Savaşı'ndan aylar önce Türklerin yakın akrabası olan Türkmenlere karşı aktif ve meşru bir ilgi gösterdi. Ancak, Kürtlerin de Türk ailesinden olduğu gerçeği hâlâ devam ediyor. Türkiye, farklı dini ve etnik kökenden olan insanların Türk olmaktan gurur duydukları bir ülkedir. (Bu, PKK'ya karşı savaşan birkaç general ve siyasetçinin Kürt kökenli olmasından daha fazladır.) Bu faktörler Türkiye'nin Kuzey Irak'a karşı tutumunda temel alınmalı.

Kürtler için tavsiyeler

*Türkiye'yi, dış dünyaya açılan bir yol ve Batı'ya atılan bir demir olarak görün. Kuzey Irak'taki Kürt bölgesi doğuda İran, batıda ise Suriye arasında sıkışmıştır. Bu durumda kısa vadede kendilerini dış dünyaya açacak iki kanal bırakmaktadır: Bağdat ve Türkiye. Bu nedenle Türkiye, gerek Avrupa ile ticaret gerekse petrol ihracatı açısından Irak Kürtlerine Batı'ya giriş sağlayacak iyi bir konumdadır. (Kuzey Irak'tan Akdeniz'e uzanan ana petrol boru hattı Türkiye'den geçmektedir.) Üstelik demokrasi eksik kaldığı ve radikal İslam Ortadoğu'yu sardığı müddetçe Türkiye'nin laik ve demokratik geleneği, açık bir toplum kurma konusundaki çabaları alkışlanan Irak Kürtlerine Batı'ya ideolojik bir demirleme sağlayacaktır.

ABD için tavsiyeler

*Kusursuz olmasa bile Türkiye gibi müttefiklerin nadiren bulunduğunu hatırlayın. Washington'daki çoğu kişi Türkiye'nin Irak Savaşı'ndaki gecikmiş desteği nedeniyle kızgın olmasına rağmen Türkiye'yi daha da gücendirmek (örneğin, Senato'daki 'Soykırım Tasarısı' ile. Bu durum Türkiye'deki Amerikan karşıtlığını ve milliyetçiliği artıracaktır.) Amerika'nın çıkarına değildir. Geleneksel olarak Amerikan yanlıları arasında yer alan Türk kamuoyu, son dönemde daha Amerikan karşıtı bir hale geldi. Bu duygular, yerleşik hale gelmiş gibi görünmüyor. Bunlar, daha ziyade geride kalan bir yılın olaylarının bir ürünü. Eğer bunlar kendi haline bırakılırsa, Amerikan karşıtlığı Türkiye'de daha derin kök salabilir. Bu, özellikler Amerikan destekçiliğinin Ortadoğu'da aranır hale geldiği bir dönemde ve Irak'taki durumun henüz istikrarlı bir hal almadığı bir zamanda önem arz etmektedir.

*ABD açısında Türkiye'nin öneminin Irak'ın çok ötesinde olduğunu hatırlayın. Örneğin, Türk–İsrail ortaklığı, Ortadoğu'daki ABD stratejik düşüncesi için değerli bir şeydir. Ankara'nın desteği, enerji zengini Hazar havzası için de gerekmektedir. Örneğin, Türkiye'nin Azerbaycan ile birçok tarihi ve kültürel bağları göz önüne alındığında, uzun zamandan beri liderlik yapan Haydar Aliyev'in en sonunda belirginleşen hassas sağlığının ışığında Ankara, bu ülkede barışçı bir geçişin sağlanmasında bir rol oynayabilir. Hazar bölgesinde ABD–Türk işbirliğinin alternatifi Rusya–İran etkisidir.

Washington, Türkiye'yi yeniden yanına çekmek için ciddiyetli ve artan bir şekilde çalışarak, nihayetinde Ankara ile işleyen bir ilişki kuracak konuma gelebilir. Bunun alternatifi yanlış yöne giden bir Türkiye'dir.

http://www.cagaptay.com/6088/amerikalilar-turkler-ve-kurtler-kuzey-irakta